Türkiye ile aynı ittifakta yer almasına rağmen Yunanistan, son yıllarda Ege ve Doğu Akdeniz’de tansiyonu yükselten en etkili aktör hâline geldi. Atina yönetimi, hem tarihi gerçekleri hem de uluslararası hukukun açık hükümlerini hiçe sayarak Türkiye karşıtı bir siyaset izliyor. Bu süreci ise Batı’nın desteğini arkasına alarak meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa ortada olan; Türkiye’nin denizlerdeki hak ve çıkarlarını korumaya yönelik meşru bir mücadelesidir.
Müttefiklik kisvesi altında düşmanlık
Türkiye ile Yunanistan arasında on yıllardır süren gerginlik, NATO’nun bu tür ihtilaflara çözüm bulma yeteneğini çoktan kaybettiğini gözler önüne seriyor. Ege’de zaman zaman başlayan diyaloglar umut verici gibi görünse de, temel sorun Yunanistan’ın dayatmacı tutumunda yatıyor. Atina, adeta bilinçli şekilde krizi derinleştiren bir siyaset yürütüyor.
Adaların silahlandırılması ve tehditkâr dil
Türkiye’nin “Mavi Vatan” doktrini; yalnızca harita üzerindeki bir strateji değil, aynı zamanda milli menfaatlerin korunmasına yönelik kapsamlı bir güvenlik yaklaşımıdır. Buna karşılık Yunanistan, Lozan Antlaşması’nı açıkça ihlal ederek adaları silahlandırmakta ve barışı doğrudan tehdit eden bir pozisyon almaktadır. Batı’nın sınırsız desteğini arkasına alarak bu adımları meşrulaştırma gayretindedir. Oysa bu, çözüm değil açık bir provokasyondur.
Atina yalnızca sahada değil, uluslararası platformlarda da Türkiye’yi zor durumda bırakacak hamleler yapıyor. ABD’deki güçlü Yunan ve İsrail lobilerini kullanarak Türkiye’nin savunma projelerini hedef alan kampanyalar yürütüyor. Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması sonrası oluşan boşluğu, Fransa ve ABD ile yakın askeri ilişkiler kurarak doldurmaya çalıştı. Hatta Türkiye’nin Meteor ve F-16 gibi sistemleri tedarik etmesini engellemek için kulis faaliyetleri yürüttü. Ancak Türkiye’nin stratejik önemi, Batı’nın da bu girişimlere sınırsız destek vermesini engelledi.
Yunanistan’ın boş özgüveni
Yunanistan’ın bu agresif politikaları Türkiye’yi yalnızlaştırmadığı gibi, bölgedeki ağırlığını daha da artırıyor. Çünkü Yunanistan’ın deniz yetki alanı iddiaları yalnız Türkiye’yi değil, Libya ve Mısır gibi bölge ülkelerini de doğrudan etkiliyor. Nitekim hem Trablus hem de Bingazi yönetimi, Ankara ile iş birliği yolları arıyor. Mısır’ın da ilerleyen dönemde, deniz yetki alanları konusunda Türkiye’ye yaklaşması olasıdır.
2022 radar kilidi olayı: Dönüm noktası
Bugün yaşanan birçok gerginliğin arka planında 2022 yılında yaşanan radar kilidi krizi var. Yunan ordusunun S-300 hava savunma sistemiyle Türk savaş uçaklarını hedef alması, sadece Türkiye’ye değil, aynı zamanda NATO’ya yönelik bir tehditti. Batılı ülkeler ise bu olay karşısında sessiz kaldı. Oysa benzer bir durum S-400 sistemleri nedeniyle Türkiye için yaşandığında ağır yaptırımlar uygulanmıştı. Bu çifte standart, NATO’nun tarafsızlığını ciddi biçimde sorgulatıyor.
ABD daha sonra Yunanistan’ın elindeki S-300’leri Ukrayna’ya göndermesini telkin etti. Atina bu durumu fırsata çevirip daha gelişmiş sistemler talep etti ancak karşılığını tam olarak alamadı. Eğer Türkiye ile ABD arasında S-400 konusunda bir uzlaşma sağlanırsa, Yunanistan’ın Rus yapımı sistemleri koz olmaktan çıkacak ve Moskova’nın radarına girmesine neden olacaktır.
Montreux dengesi ve Türkiye’nin stratejisi
Türkiye, Karadeniz’de Montrö Sözleşmesi’ni harfiyen uygulayarak Rusya’nın bölgedeki deniz gücünü dengelemekte. Bu tutum, Doğu Akdeniz’de de bir istikrar unsuru yaratıyor. Batı ise bu kritik stratejiyi ya göz ardı ediyor ya da yeterince takdir etmiyor. Oysa Montrö olmasa, Rusya’nın Akdeniz’deki etkinliği çok daha tehlikeli bir hâl alabilirdi. Fener Rum Patriği’nin Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne verdiği destek sürecinde Yunanistan’ın ne kadar kırılgan olduğunu da hepimiz gördük. Odessa’da yapılan bir görüşme esnasında Rus füzelerinin bölgeye düşmesi, aslında Türkiye’nin dolaylı biçimde Yunanistan’ı da koruduğunu kanıtladı.
Barış çağrısı mı, diplomatik vitrin mi?
Yunanistan Başbakanı’nın Türkiye ziyaretine kapı aralayan söylemleri, bana göre yalnızca bir diplomatik vitrin süsü. Atina, Fransa ve İsrail’le kurduğu ittifaklara güvenerek Türkiye’yi kuşatma girişimlerine devam ediyor. Fakat gerçekçi olalım; Fransa, denizlerdeki gücünü İkinci Dünya Savaşı sonrasında kaybetti. İsrail ise ne yaparsa yapsın, Filistin’le ilgili meselede iki devletli çözümü kabul etmek zorunda. Yani bu ittifakların da sınırlı etkisi var.
NATO ise sürekli olarak temel sorunların etrafında dolanıyor. Adaların silahlandırılması, deniz yetki alanları gibi somut başlıklara dokunmaktan kaçınıyor. Bunun yerine yüzeysel çözümlerle, mesela “ortak hava gücü” gibi uygulamalarla zaman kazanma yolunu tercih ediyor. Bu tutum, NATO’nun itibarını ciddi biçimde zedeliyor.
Türkiye’nin uyarısı: Sabır sonsuz değildir
Türkiye’nin Ege’deki duruşu; gerilim değil, çözüm arayışıdır. Ancak her uyarının bir eşiği vardır. Türkiye sabırla diplomatik yolları kullanıyor ama sabrın da bir sınırı olduğunu herkesin bilmesi gerekir. NATO hâlâ eski reflekslerle hareket ediyor ve bu da bugünün karmaşık gerçeklerine çözüm üretmesini zorlaştırıyor. Türkiye ise artık kendi rotasını çizen, bölgesel bağımsızlığını tesis eden bir aktör. Bu süreçte, Çanakkale Nara’daki Amfibi Kolordu’nun üç tugaylık gücü bile bu iradenin parçasıdır.
Bu kavga yalnızca birkaç ada ya da kıta sahanlığı meselesi değil; egemenlik hakkının, hakkaniyetin ve caydırıcılığın kimin elinde olduğunu gösteren büyük bir sınavdır.